Ben Geldim XVI

 

 

Lütfen kopyalarken nereden aldığınızı belirtiniz. Bu emeğe saygıdır.

Ben geldim

16

Adam henüz içinde çınlayanı duyamadığı için, araştırmalarında bazen zorlanıyor, ümitsizliğe kapılıyor, zaman zamanda yeni bir şeylerle karşılaştığında, öğreneceği ne kadar çok şeyin olduğunu düşünerek hevesle kitaplarına sarılıyordu. Biliyordu öğreneceklerinin sonsuz olduğunu ve bu yaşamında ancak onlardan bir zerreye ulaşabileceğini ama yine biliyordu ki, o bir zerre önünde yeni kapılar açacaktı onu daha iyi bilmeye götürecek olan.

Şimdi elinde olan kitap önceden okuduklarına hiç benzemeyen ifadelerle dolu, anlaşılması ve bağlantılar kurulabilmesi için büyük araştırmalar gerektiren; nehir, dağ, mağaralar, doğal manzaraların çoğunlukla bir ilahla ilişkilendirildiği, günümüzde bile onlara tapıldığı çok renkli bir halkı ve felsefesini anlatıyordu. Hindistan’ı. Mitler genelde böyledir, masalsı gelir insana ama içinde arayana sunacağı çok değerli bilgiler barındırır zaman içinde farklı değerlerle değişimlere uğramış olsalar bile. Etkilenme ve değişime uğrama geçmişten bu güne yönelik tüm İlahi öğretilerde mevcuttur. Bu nedenle de göz ardı edilmemelidir. Adam okuyordu yine ve kendince notlar almaya devam ediyordu.

“Yaratılış bir başlangıç olmadığı gibi yok edişte bir son değildir.”

Burada birleştirmeleri ve hissettikleriyle uyuşan bir nokta vardı. O bunu biliyordu, nasıl bildiğini tam olarak anlayamasa da, bildiğine de güveniyordu. Şimdi onun üzerinden açılacaktı yepyeni bilgilere, birleştirmelerine yeni yönler katabilmek ve neden bildiğini anlayabilmek için. Bu adam için önünde açılan yeni bir araştırma/bilme yoluydu. Bilmesi gerekenler o hazır oldukça önüne çıkıyor ve adam bunu hiç yadırgamıyordu. İçinde gizli olan bilgi hazinesine yol almaya başlamıştı, farkında olmasa da bu onun gerçek gerçekliğine ulaşabilmesi için gideceği yoldu. Bilim ne diyordu, “insan DNAsı henüz tam anlaşılıp çözülemedi” Adam o gerçekliğe bilim dışı farklı bir yoldan gidecekti şimdilik ve zaman içinde bilim, bildiğinin dışındaki bilinecekleri çözdüğünde yolun tek yol olduğu ortaya çıkacaktı.

“Hint zaman algısı Batı’nın doğrusal zaman algısından tümüyle farklı olarak döngüseldir. Batı dinleri için yaratılış olayı biricikken, Hint Felsefesi’nde tekrarlara dayanır; evren periyodik bir döngü içindedir ve ne zaman ki dört aşamalı devirlerin (yugalar) sonuna gelinir, işte o noktada evren müthiş bir aleve dönüşür ve nihai olarak kozmik sularca emilir. Bir tür sükûnet hali olan “ boşluk ve karanlığın” ardından yaratılış yeniden başlar.

Tanrılar sonsuz değildir. Örneğin yaratılışı gerçekleştiren Brahma’nın yaşam süresi kısıtlıdır. Her şey gibi o da zamanı geldiğinde yeniden doğmak üzere yok olur.

Adamın zihni henüz bu bilgilerin derinliğinde saklı olan zenginliğin açılımını sağlayacak kadar gelişmiş değildi. O sadece öğreniyor ve yapabildiğince birleştirmeye çalışıyordu. Düşünebildiği tek şey yok olan evren’in boyutsal bir yok oluş olup olmadığıydı. Karar delikler ve gizil fonksiyonları aklına geliyordu ama emin olamıyordu. Bilim adamı değildi, sıradan bir insandı görünüşte ama içinde gittikçe güçlenen bilme isteği vardı. Kendine özel bilme isteği; hiçbir bilgiye tek başına takılıp kalmadan. O’ hiçbir zaman bilinemeyecek olanın kendini sonsuz boyutlarda ifade edebileceğinden emindi. Bizim bildiğimiz yaratılış sadece bir tek boyutun tezahürü olabilir miydi?

Ufodakiler sevinçle izliyorlardı adamı. Bu kadar az bilgiyle, farklı teoriler geliştirmesi umutlarını artırıyordu, seçimlerinde başarılı olduklarını görerek. İnsanlar birbirlerini gördüklerini zannettikleri ya da görmek istedikleri kadarıyla değerlendiriyorlardı, oysaki İlahi Gerçek kendini, çoğu zaman insanların kabul ettiklerinde değil, farkında bile olmadıklarında tezahür ettirebiliyordu. Dünya insanlığı, tüm yaratılışın temel gücünün sevgi olduğunu çoktan unutmuş, insanların tümünün de hiçbir ayırıma uğramadan bu sevgiden yaratıldığını, varlığımızın doğasının bu koşulsuz sevgi olduğunu göz ardı eder olmuştu. Şimdi gerçek doğasını yalanlarla desteklenmiş, ışıktan mahrum bırakılmış bu şuursal karanlık içinden ortaya çıkarma çabasındadır. Bunun için yaşayacağı tek bir hayat değil, pek çok hayat olacaktır, Gerçek Gerçeği anlayıncaya kadar.

Yaratılış mitleri okuduğu kitapta çok farklı anlatımlar içeriyordu. Örneğin “evren’in,

Bir yandan kozmik sular içinde yüzen, ilksel altın yumurta Hiranyagarbha’dan (altın yumurta veya altın rahim) oluştuğuna inanılırken bir yandan da onun bile öncülü iki sonsuz elementin (purusha) ve madde’nin (prakriti) etkileşiminden meydana geldiği düşünülür. Benzer şekilde evrenin kaynağı, ya göbeğinden yaratılışın sorumlusu “Büyükbaba Brahma’yı taşıyan nilüferin filizlendiği Vişnu gibi bir tanrı ya da sonraları Brahma ile özdeşleştirilen, yaratılışın tümünün asıl temsilcisi tanrı Purusha’nın dudaklarıdır.

Adam tüm sembollerde Brahma’nın neden kadınımsı bir güzellik içinde betimlendiğini artık anlamıştı. Bunda kadının doğurganlığının yani yaratıcılığının, fiziğinde meydana getirdiği farklılığının da etkisi olmalıydı. Bir yerde Yaratılışın dişi enerjiden meydana geldiği de açık bir biçimde bu sembollerde ifadelendiriliyordu. Adam baştan beri yaratılışın dişi enerjiden meydana geldiğini biliyordu ama anlayamadığı şey zamanımızda bu enerjiyi bir anlamda yok etmek için neden bu kadar uğraşıldığıydı. Dünya ve insan yaratılışının tüm değerleri, araştırma adı altında kurcalanıyor, başarabildikleri değiştiriliyor, denge altüst ediliyor ve insan gücünce kendini tanrı konumuna sokmaya çalışıyordu. Bunun sonunda ne olacağını ise zaman gösterecekti elbette.

Bir yaratılış mitinde kendinden var olan altın yumurta, ilksel sularda yüzmekte olan evreni yaşatacak tüm varlık hücrelerini ve muhtemel yaşamları kabuğunun içinde barındırmasıyla tanımlanmaktadır.

Her bir yaratılış döngüsünün başında, yaratılışın bütünsel kaynağı olan yumurtayı Brahma’nın kırdığı söylenir. Kabuğun iki yarısı göğü, yeri ve evrenin yirmi bir bölgesini oluşturur. Yumurtanın iç ve dış zarlarından dağlar, bulut ile sisler; damarlarından nehirler; sıvısından okyanuslar oluşur. Bu mitin bir başka şeklinde ise yumurta, yaşamın ortaya çıkabilmesi için kırılmadan kalır ve bunun yerine yaratılışın tamamı kırılmamış yumurta kabuğunun içinde gerçekleşir.

Adam bu ilk cümlede varolan her şeyin O’nun gerçek tezahürü olduğu anlamını bulur daha önceki bilgilerinden de güç bularak ve düşünür. Önce O’ vardı. Mitte “Kozmik su” olarak tanımlanan, O’nun düşüncesi vardı “altın yumurta”. Düşünce yumurtanın kırılmasıyla eyleme geçti.. İkinci cümleden ise yaratılışın da bir sınırı olduğunu anlıyordu daha önceki bilgilerde yazılan “Hint zaman algısı döngüseldir ve yaratılış tekrarlara dayanır” ifadesi bilgisiyle. Bunlar basit birleştirmelerdi tümüyle yanlış olabilecek ama önemli olan bilgilerin birleştirilmeye çalışılmasıydı. Bu çalışmalar beyninde bilmediği yeni kanalların açılımlarına neden oluyordu ve adama bir zaman evveli yaşamış olduğu bir vizyonu hatırlatıyordu.

Ufodakiler adamdaki bilgilere bakış açısının gittikçe genişlediğinden memnundu. Bir bilgiye üzerinde hiç düşünmeden körü körüne takılıp kalmak, onun ardından sürüklenmek, zıtlarıyla mukayese etmek bilgeliğini gösterememek gelişme için engeldi. Adam bunu başarmaya çalışıyordu çok şeyi aklının yattığınca birleştirerek. Bedeninde sakladığı, küçük küçük vizyonlarla hatırlatılmaya çalıştırılan gerçekliğini. Bir gün başarabilirse eğer, onu hatırlamayı, ne kadar çok şeyi yanlış bildiğini, inandığını; insana armağan edilen dünya yaşamının ne kadar değerli olduğunu belki de O’nun önünde secdeye kapanarak, gözyaşları içinde pişmanlığını dile getirerek büyük itirafını yapacaktı. Hani şimdi, sanki O bilmiyormuş gibi, kendi kendine bile itirafını yapamadıklarını.

Linga Purana, çift cinsiyetli Şiva’yı, kendi ateş tohumlarını kendi dişil yarısının içine yerleştirerek yaratılış sürecinin hareketlenme safhasında yer aldığı şeklinde betimler. Bu bütünleşmeden doğan kozmik yumurtanın, yaratılış süreci başlayana dek binlerce yıl kozmik sular üstünde yüzdüğü söylenir.

O’nun tek enerjisinin yaratılış için kutuplaştırılması. Eril ve dişil güç; Ying/yang. Adem ve Havva. Adem ve Havva insanın bilinen yaratılış öyküsüne dönüşmeden önce bu iki kutbun sembolü olmalıydılar. Deneyim böyle başlamış olmalı dedi adam bir boyutsal evren için. Neler düşündüğüne kendide şaşırıyordu. Oysaki düşünüyordu önemli olan da buydu. Elbet ki düşünceleri pek çok insana ters gelebilirdi ama kalıp bilgilerle ve şartlanmalarla esir alınmamış zihinlerin yeni teoriler üretmelerini çok isterdi. Düşünmek güzeldi, hem de çok güzel. O güzelliği yaşamalarını istiyordu insanların. İnsanı ne kadar çok sevdiğini fark ediyordu, zaman zaman yarattıkları olaylara kızsa da. İnsan sevmek. O’nun sevgisinden, doğal olarak sevilerek yaratılmış olan insan yaşadığı dengesizliklerle dünya üzerinde yaşayan en sorumsuz, hain, öldürme güdülü bir varlık olup çıkmıştı. Zaman evveli yok edilen DNA bilgisini hatırlıyordu ve yeniden düzenlenmeye çalışılan gerçekliğini. Elbet ki çok şey olacaktı bu evrede, hiç de hoş olmayan. Ama inanıyordu ki IŞIK tüm görkemiyle dünyayı kapladığında belki de yeni bir yaratılış evresi başlayacaktı. Buna inanıyordu nedenini tam anlamıyla bilmeden.

Adam bir kitapta okuduğu bilgiyi hatırlamıştı. Kitap göksel bir aydınlatıcının eğitim bilgilerini içeriyordu. Bir dinleyicinin ruhun bedenden ayrılması ile ilgili sorusuna verdiği cevapta, onu çok deneyimlediğini anlatırken ulaştığı katlardan da bahsediyordu. Elbet ki bilgi burada kısaca verilecek ama adam için önemli olan, orada “Şiva”dan da bahsedilmesiydi.

Bu çıkış yoluna, (bedenden) girdikten sonra gittiğim boyutlar ve katlar benim için bilinmeyen yerler değildi. Çünkü size daha önce söylemiş olduğum gibi, hepimiz başlangıçta o basamaklardan ve düzeylerden aşağı inmiştik ve onlara tekrar girdiğimiz anda, girdiğimiz katın giysisine, o titreşim frekansındaki bedene bürünürüz. Böylece ben fiziksel bedenimden ayrılıp kızıl ötesine, (ikinci kata) girdiğimde, kızıl ötesi bedene bürünmüştüm. Fiziksel bedenimden ayrılıp görünür ışığa (üçüncü kata) girdiğimde, ışığı anladım, çünkü daha önce de orada bulunmuştum. Bedenime geri dönmeyi seçmem, ışığın ne anlama geldiğinin ve orada ne gördüğümün tümüyle farkında olarak bedenime geri dönmemi sağladı. Benim ışıktan anladığım şey, ondan önce gelen alemlerin, katların bulunduğuydu. Böylece ışığı ziyaret ettiğim bir sonraki seferde, onun ötesine geçtim ve orada “ŞİVA”nın (dördüncü katın) bedenine büründüm. Eğer ben o zaman Şiva’nın bedenine bürünmüşsem, o benim bir zamanlar tanıdığım bedendir; o hala yaşamaktadır. O beden dördüncü düzeyde yaşayan bir zihnin sağladığı tüm bilgiyi içerir, böylece ben nerede olduğumu bilirim. Bilgi Ramtha’dan alınmıştır.

Adam iki bilgiyi birleştirmek için çok düşündü. Bir şeyler birleştirdi de ama istiyor ki o birleştirmeleri okuyucu da yapabilsin, çünkü zihninde öyle anlamlar açılmıştı ki, ifadeye dökmesi çok zordu.

Görsel sanatlarda sıkça karşılaşılan en ünlü yaratılış mitlerinden biri, Vişnu’nun Narayana (sularda hareket eden) şeklidir. Vişnu, Narayana halindeyken çok başlı yılan Şeşa’nın (bir önceki yaratılış döngüsünden kalan) üstünde oturmaktadır. Aynı zamanda Ananta (sonsuz) olarak bilinen bu yılanın her bir kangalı zamanın sonsuz devinimlerini sembolize etmektedir. Bunu takip eden bilgi Marabharata’dan alınmıştır.)

Bir kalpa’nın sonuna gelindiğinde, Vişnu evreni tümüyle yok edecek ateşin suretine bürünür. Bu kızgın ateş her şeyi bir çırpıda yok ederken, ufukta bir bulut kümesi belirir. Sağanak yağmur olarak boşalan bulutlar, alevleri bastırır ve her şeyi koca bir denizin altında bırakır. Ardından Vişnu, ateşli ve göz kamaştırıcı bakışıyla yüzlerce güneş gibi görünen yüzlerce başlı Şeşa’nın üstünde uzanır haldeki Narayana suretine bürünür ve etrafı saran karanlıkla birlikte derin bir uykuya dalar. Narayana uyandığında, yeni bir yaratılış başlar. Narayana’nın göbeğinden aniden bir nilüfer filizlenir ve böylece daha kabuğunun içindeyken, yaratılış sürecini yeniden harekete geçiren dört yüzlü tanrı Brahma oluşmuş olur.

Adam bu bilgiye benzer bir bilginin Maya-kişe’lerin yaratılışın başlangıcında ki dört tanrı ifadesiyle yer aldığını hatırlar.

Vişnu yeni bir başlangıç için gerekli koşulları yaratmak üzere ilk ve üçüncü bedenlenişlerinde (avataralar) sırasıyla Matsya, balık ve Varaha, domuz olarak görünür. Matsya, tüm varlıkların kaderini düzenleyen Kral Manu’ya yaklaşır ve evrende pek yakında gerçekleşecek olan çözülmeyi önceden haber verir. Tanrılar, bu dehşet verici olayın gerçekleşmesi ihtimaliyle içine Manu tarafından yaratılışın tohumlarının, Güneş’in, Ay’ın, Brahma’nın, Vişnu’nun kendisinin, Bhava’nın ( Şiva’nın bir görünümü) yönlerin bekçilerinin, dört Vedanın, puranaların, kutsal nehir Narmada’nın, büyük bilgin Markandeya’nın ve tüm ilimlerin konduğu bir sandal yaratır. Çözülme anında, rüzgâr kuvvetlenir kuvvetlenmez Manu bir yılan aracılığıyla bu sandalı Matsya’nın burnundan çıkan bir boynuza takar. Yeniden doğuş başladığında artık o, tüm varlıkların efendisi ve yeni yaratılış döngüsünün ilk Manu’sudur.

Yeniden yaratılış sürecinin başlaması için çok istekli olan tanrılar, düşüncelerini Vişnu’nun üstünde yoğunlaştırırlar. Aniden genç bir domuz Brahma’nın burun deliğinden fırlar ve bir dağ boyutuna ulaşıncaya dek inanılmaz bir hızla büyümeye başlar. Dehşet içindeki tanrılar ona ilahiler söylemeye başlarlar ve Varaha dünyayı aramak için derinliklere dalar. En sonunda dünyayı bulur, onu dişine takar ve suyun yüzüne doğru yol alır. Yüzerken, tanrı düşmanı Hiranyaksha (altın gözlü) ona engel olur ve şiddetli bir kavgadan sonra Varaka, Hiranyaksha’yı topuzuyla öldürür. Bu mücadeleden sonra Varaka dünyayı alır ve suların üstüne iyice yerleştirir. Böylece yaratılış süreci yeniden başlamış olur.

Adam okuduklarının daha önce okuduklarıyla bilgisel olarak farklı anlatımlara sahip olduklarını görse de, aralarındaki benzerlikleri ilgiyle izliyordu. Nuh’un gemisi olarak anlatılanlar da acaba bu denli farklı bir hikâyenin değişime uğramış hali olabilir mi diye düşünüyordu. Çok bilginin değişime uğramış haliyle öğretiden öğretiye ulaştığını daha önceki okumalarında da görmüştü. Ama Hint mitleri bu konuda inanılmaz çeşitlilik gösteriyordu ve adam hepsini anlatmanın imkânsız olduğunu düşünüyordu, tıpkı “Maya- Kişe” bilgilerinde olduğu gibi.

Evrenin başlangıcından büyük yangına dek geçen sürede, insanlık “tarihi” dört devreye ayrılır. Her dönemin öncesinde ve sonrasında göreceli olarak kısa zaman dilimleri olan sandhya (tan) ve sandhyamsha (Tanın bir bölümü) bulunmaktadır. Dört devrin en mükemmeli ilk dönem olan ve 4800 kutsal yıl (bir kutsal yıl 360 insan yılına tekabül etmektedir) süren Krita veya Satya devridir. Bu zaman dilimi süresince herkes kozmik ve kutsal yasanın (dharma) inanlarına uyar. İnsanlık bu dönemde uzun ve dertsiz bir yaşamın tadını çıkarmaktadır. Dini usuller ve toplumsal düzen titizlikle gözlenir. Kozmik ve kutsal yasa dört bacağının üstüne sıkı sıkıya oturmuş bir boğa ile temsil edilir.

Bu devrin ardından gelen Treta devri ise 3600 kutsal yılın toplamı kadar sürmektedir. Bu süreçle birlikte bozulma belirtileri evrene düşmeye başlar ve bunun bir temsili olarak boğa üç bacak üstünde durmaktadır.

Üçüncü devir olan Dvapara, bir öncekinden de az süren bir dönemdir ve boğanın da iki bacağı üzerinde durmasıyla simgelendiği üzere amansız bozulma sürecinin devam ettiği 2400 kutsal yıl kadar sürmektedir. Tüm devirlerin en kısası olan dördüncü devir Kali’nin göründüğü ve moral değerlerin muhtemel en aşağı seviyeye çekildiği dönemdir. Artı Dharma’nın boğası, tüm ağırlığını tehlikeli bir biçimde yalnızca bir bacağının üstünde durarak sağlamaktadır.

Bu dört devirden oluşan döngü 4,320,000 insan yılı kadar sürer ve mahayurga veya (büyük çağ) olarak adlandırılır. Bin (büyük çağ) bir aeon (kalpa)eder ve her aeon Brahma’nın gündüzüyle gecesinin eşit olduğu bir gününe denk düşer. Bir Brahma’nın yaşamı, tanrıların yüz yılı demektir. Fakat yaratılış, Brahma’nın yalnızca bir günü kadar sürer. Bu bir gün ise on dört döneme ayrılmıştır ve her biri, kendine ait bir Manu, bir dizi tanrı, bilge ve kral tarafından yönetilir. Yarı-kutsal bir varlık olan Manu, birçok egemen soyun atası ve en önemlisi de yerleşmiş toplumsal düzenin belirleyicisi ve destekleyicisi sayılır.

Brahma’nın şimdiki zamanı Varaha Kalpa olarak adlandırılır çünkü bu döngü esnasında Vişnu, bir boğa şeklinde vücut bulur; bizler insanlığın öncülü olan yedinci Manu içerisinde yer almaktayız. Manu, Vişnu’nun balık olarak bedenlenmesindeki başat rolün sahibidir ve bu açıdan bir tür Hint Nuhu gibidir.

Bir Manu’nun hükmü sona erdiğinde yaratılış, kısmi bir yok olma (Pralaya) diye adlandırılabilecek, ardından, yaratımın gerçekleşme sürecinden hemen önceki sükûnet dönemine doğru çözünmeye başlar. Tümüyle yok olma (muhapralaya) ise, Brahma’nın yaşamının sonunda, evreni oluşturan tüm unsurların yaratıcının vücudunca yeniden emildiğinde gerçekleşir. Sonrasında, yine bir sükûnet halinin ardından, yaratıcı yaratma itkisi duyar ve döngü tekrar başlamış olur.

Adam bu bilgilerle bir zamandır aklını kurcalayan yaratılışın tekrar edip etmediği düşüncesine bir karşılık bulmuştu. O yaratılışın birden fazla evrenle aynı anda var edildiğine ve hiçbir şeyin kalıcı olmadığına, her şeyin gelir, geçer ve dönüşür olduğuna inanıyordu. Tabii onun da inandığı pek çok gerçek değişecekti zaman içinde Mutlak Gerçekliği anlayıncaya kadar. Her şey Evrensel Yasanın kontrolundadır ve onu değiştirebilecek sadece O’dur…

O gece uzun uzun düşündü, nereden nereye geldiğini. Bir yerde çakılıp kalmadığına sevindi. Huzur içinde uykuya daldı ve bir ara gözlerini betimleyemediği bir mutlulukla açtığında pencerenin önünde, karanlığın içinde morlu, kırmızılı, isimlendiremediği renkli top gibi bir şeyin dönüp durduğunu gördü. Dostları çok yakınına gelmişlerdi çınlamanın ötesinde. Mutlulukla gözlerini kapadı yok olarak adeta, içine düştüğü uykumuydu, yoksa,….

10 Mart 2014 Aysel ongun

Seri tamamlandığında alıntı kaynakları açıklanacaktır.

 Yorumlar


Henüz yorum yapılmamış


Yorum yap