Ben Geldim XXXIX

 

 

Lütfen kopyalarken nereden aldığınızı belirtiniz. Bu emeğe saygıdır.

Ben geldim

39

Aradan ne kadar zaman geçtiğini adam hatırlamıyordu. Hissettiği ise aylar sonrasıydı. Zorlu şartlar altında bir kış geçirmiş ama çalışmalarına hiç ara vermemişti. Çalışmalarına zaman zaman dost gördüğü arkadaşları da kısa sürelerle iştirak etmişlerdi. Yeterli değildi elbette, adam gibi hissetmedikleri için de fazla zaman ayırmak istemiyorlardı. Bu doğaldı. Her insan apayrı bir düşünce yumağı, farklı bir geçmiş, farklı şartlandırılışlar, beklentiler içindedir. Bu nedenle bir insanın diğeri hakkında hüküm vermesi yanlıştır. Hiçbir insan gerçeğin ne olduğunu tam anlamıyla göremez, yargılayamaz, ego şişkinliğinin esiri olarak değerleri küçümseyemez ya da yüceltemez. Tüm insanlık böyledir. Zamanın değerleri her ne ise onu diğerlerinden daha farklı olarak elde etmiş olanlar eğer ruhen de fazla gelişmemişlerse bu hataya en çok düşenler olurlar. Zengin yoksulu beğenmez, şehirli köylüyü, üniversite diploması olan sadece ilkokul diploması olanı, bilgili olduğunu zanneden bilgisiz gördüğünü, zayıf şişmanı, güzel çirkini, zevkli olduğunu düşünen zevksiz gördüğünü gibi pek çok şey sayılabilir. İnsanın insana acımasızlığı beğeni standartı kalıplaşmış insanlarda çok daha acımasızdır. Kendi standartı olmayanlar onlar için bir anlamda yoktur. Onlara bir biçimde hizmet ise yapmaları neredeyse imkânsız olandır.

Adam o yaz standartı “ben” güdüsüyle sınırlanmış böyle insanlarla karşılaşacak ve deneyimlerine yeni deneyimler ekleyecektir. Bir yandan arkadaşlarıyla farklı, karmaşık, sıradan ben ve biz odaklı zamanlar yaşarken bir yandan da dostlarıyla yaşanacak olaylara davet edeceği insanları tanımak için zorlu uğraşlar verecektir. Kadın-erkek, yaşlı-genç-çocuk, zengin-fakir, okumuş okumamış bir bir önüne çıkacak, tanışacak, kendi değerleriyle değil onların değerleriyle hayata bakacak ve insanı çok daha iyi anlamaya başlayacaktır. Bu arada çevrelerinde hissettiği enerjinin renklerini görecek onları doğru yorumlamaya çalışacak ve her doğrusunda doğa ile ilginç bir şekilde yakınlaşacaktır.

Varoluş bütünlüğe atılan her adımda kendini başka bir yüzle tanıtır insana ve bunu adam için ilk olarak ağaçlar yapacaktır. Hani o sembolizmaların şahı olan ağaçlar. Çok insanın önünden görmeden geçip gittiği ağaçlar, durmadan kesilen, sökülen, yakılan ağaçlar. Egoya ilk dersi veren o bilinen elma ağacından başlayıp bu güne gelen, azaldıkça çölleşen bir dünyayı insanlığa gösteren, ama insanın anlamaktan kaçındığı ağaçlar. Ağaç neyi ifade ediyordu, neden azaldıkça dünya yaşanamaz hale geliyordu, bu üzerinde düşünmeye değer bir olgudur. Sembolizmalar düşündükçe ve günümüz değerleriyle, olaylarıyla birleştirilebildikçe insana geçmişi ve geleceği anlatır.

Egoya ilk dersi veren ağaç üzerinde pek düşünülmese de Adem ve Havva ikilisine ilk dersi veren ağaçtır. Bu dünyanın farklı yerlerinde farklı ağaçlar olarak kabullenilse de sonunda sembol hep ağaçtır ve bu sembolizmanın çok çeşitli açıklamaları da vardır. Merak eden üzerinde biraz düşünse adamın neden böyle düşündüğünü bulabilir. Çok açıktır çünkü. Dünyanın ve insanın öyküsü ağaçlarda gizlidir; dağlarda, kristallerde, sularda olduğu gibi.

O akşamüstü adam her zaman yaptığı gibi gün batımının muhteşem güzelliğini seyrederken kızıllığın içinde içini ürperten bir şey fark etti; sürekli hareket eden bir şey, gözün hızı takip edemediği. Ancak durduğunda adam yeniden fark ediyordu onu. Aralarındaki mesafe uzak çok çok uzaktı ama etkileyiciydi. Sesten de hızlı olmalı diye düşünürken yanında dostu belirdi.

“Evet” O anda fark etti onu, yüzü ışık içinde bedeni sislerin içinde gibi. Ürperdi yeniden güldü dostu o sımsıcak gülüşüyle. Adam rahatladı. Kim bilir ne zamandır yanındaydı.

“Ona bakıyordum” diye fısıldadı, sanki sesi onu yok edecekmişçesine. “Nedir o?”

“Yabancı değil, biliyorsun.” Güldü yeniden. Hiçbir insanın gülüşüne benzemeyen farklı bir gülüş. Enerjisini hissetti adam tüm vücudunda. Yayıldı her bir hücresine. Az önce ürperen bedenini bir ateş bastı. Yüzü alev alev yanıyordu.

“Geliyorlar her zamanki gibi, sadece bu gün senin için beklenmedik bir armağan da getirerek.”

Adam inanamıyordu duyduklarına. Bir armağan o hiç bilmediği varlıklardan. Görebilecek miydi acaba,

“Hayır, henüz değil” diye cevap geldi dostundan isteğine. Sadece bırakıp gidecekler. Ben sana anlatacağım. Ve ayrıldı yanından. Adam gözleri günbatımına adeta kilitlenmiş öylece duruyordu. Gözden kaybolmuştu o anlayamadığı şey.

Çok daha sonraları adam onları arkadaşlarına da göstermek istemişti ama göremediler. Bahçenin en yüksek noktasından izlediler gün batımını, neden izlediklerini bilmeden. Konuştular, güldüler, bazen tüm dikkatlerini verdiler ama olmadı. Hissedemediler farklılığı. Oysaki gelecek için çok şey yapacaklardı insanlık için. Orada yeni bir yaşam başlayacaktı onlarla ve arkalarından geleceklerle.

“Dinle” dedi dostu gün ağarırken, vardı ama bedenen değil. Öylesine açıktı ki zihni bir anda nasıl bu kadar açık olduğuna şaştı. Onunla konuşmaya alışkındı ama bu defa sesi farklı bir ciddiyet taşıyordu.

“Sana bırakılan armağan bahçenin tam ortasında. Onu hissederek bulacaksın. Sana rengiyle işaret verecek ve sonra anlatacaklarım olacak yine.”

Adam soru sormaya hazırlanıyordu ki,

“Şimdi değil sadece söyleneni yap o kadar.” Adam bu uyarıyla birlikte dostunun artık bir şey söylemeyeceğini anladı. Hemen bahçeye çıkıp armağanı aramalıydı.

Giyinip dışarı çıktığında hava aydınlanmış güneş büyük kayın ağaçlarının dallarının arasından yüzünü göstermeye başlamıştı. Adam düşünüyordu, otların arasında farklı renkte ne görecekti. Çiçekler mi, farklı renkte öbeklenmiş bitkiler mi, yoksa sadece oraya bırakılmış şeyin enerjisel rengini mi!. Bu düşünceyle birlikte içini heyecanlı bir mutluluk kapladı. Ne göreceğini anlamıştı da, bahçenin ortası neresiydi. Şekilsizdi bahçesi. Zordu işi ama ne zorluklar yaşamıştı o güne dek. Beyninde dolanan ses “Bulacaksın” diyordu. “Bulacaksın karış karış tara her yeri.” O zaman anladı ki “orta” ilk anladığı gibi değil, bahçede her hangi bir yer.

Adam tam bir dikkat içinde başı önünde, çevreyle ilgisini kesmiş sadece toprağa odaklanmış dolaşıyordu ayaklarının gittiği yerlerde. İlginç bir şekilde doğanın hiç fark etmediği güzelliklerini fark ediyordu. Her şey ne kadar güzeldi üzerine öylesine basıp giderken sadece ot olarak gördüğü. Çeşitliliği fark etti. Zaman zaman durup onları sevdi. İçi mutlulukla doluyordu her seferinde. Topraktan bir karış yükselmiş, çam ve diğer ağaçların sürgünleri öylesine sevimli görünüyorlardı ki gözüne, adamın içi sevgiyle kabarıyordu. Konuşmak istiyordu ağaçlarla, gövdelerine yaslanıp gölgelerinde oturup söyleşmek. Adam bahçesini yeni tanıyordu sanki. Sanki değil, öyleydi gerçekten.

İnsanlığın tümü yaşayamamıştır bu duyguları ne yazık ki. Sessizdi her yer, kuş sesleri haricinde. Uçuşan hiçbir küçük hayvan yoktu henüz ortalıkta. Zaman adam için durmuştu sanki ve o, o durağan zamanda hayatının en güzel gününü yaşıyordu belki de. Farkındaydı çok şeyin, bu farkındalık onu doğayla bütünlüyordu ve renkler değişiyordu gözünde. Adam madde boyutundan uzaklaşıyordu. Tanımlanamaz bir hale geçiyordu ki renklerin arasından onu gördü bir an. Sonra her şey eskiye döndü. Adam kendine geldiğinde armağanı görmüş ama yerini hatırlamıyordu.

“Bir hali kendinde gerçekleştirdiğinde yerini de bulacaksın” dedi dostu içinden. “Önce o hali bul.”

Bulacaktı önünde çetin bir yol olsa da.

Aysel Ongun 4 Nisan 2016

 Yorumlar


Henüz yorum yapılmamış


Yorum yap