Ben Geldim XXIV

 

 

Lütfen kopyalarken nereden aldığınızı belirtiniz. Bu emeğe saygıdır.

Ben geldim

24

Adam Dostlarının bir yol ayrımı olarak ifadelendirdikleri sınavı o gece yaşadı. Seçimini daha büyük adımlar ya da kaybedilenler yönünde yapacaktı. Sınavlar, seçim üzerine kurulu olduğu için aniden yaşanır gibi olsa da öyle değildir ve siz seçiminizi yapıp sonucunu farkındalıkla yaşayabilirseniz eğer, onun (fırsat) sınav olduğunu anlarsınız. Şans, kader, kısmet, aksilik, aldatılma deyip kabullenilemeyen sonuçlar, olanın farkında olunmadığı için böyle oluşur, çoğunlukla da birileri neden gösterilerek. Bu sorumluluğu başkasına yükleme ne yazık ki insandan başlayıp Yaratan’a kadar çıkabiliyor. “Allah böyle istedi ne yapalım” gibi sitemle kabullenişlerdir bunlar. Ya da isyandır, “neden hep benim başıma geliyor” gibi. Bu sözcükler insanın cehaletindendir. Yaratıcı insana yardımdan başka bir şey yapmaz. Kişi olanı anlayamayıp değerlendiremiyorsa sorumluluk, her türlü bilgiyle binlerce yıldır kendisini uyaranlarda değil, bizzat kendindedir. Şuursuzca kabullenmeye veya isyana hakkı yoktur. Gözleyenlerce sonuçlar insan bakışıyla değil, bütünü gören bakışla oluştuğundan seçim önemli, hatta çok önemlidir. Seçim insanın niyetine bağlıdır ve niyet ardında gizli olan güdüler nedir, insan bunu gözleyenlerden saklayamaz.

Sınav olarak tanımladığımız; gerçekte kazanca yönelik çok değerli fırsatlar olan,   olay ya da düşünce üzerine vereceğimiz karar tamamen özgür irademize bırakılmıştır.  Seçimimizin potansiyel değerler üzerinden kurgulanan akışının yaşamda yer bulan sonucudur. O değerleri biz hazırlamışızdır yaşam hatta yaşamlar boyunca. Sistem insanı bilmedikleriyle değil, iyi, hatta çok iyi bildikleriyle seçim yoluna sokar, sonuç neyi ne kadar bildiğine, inandığına ve uyguladığına bağlıdır.   Ego bunun farkına varabilir mi; bazen evet, çoğunlukla hayır. Ego kendi gücüne inandığı için çok küçük ve önemsiz bir seçimmiş gibi görünen, hatta onun sınav olacağı bir biçimde insana hissettirilse de umursamayan bir bakış içindedir ve ustalıkla, tüm yardımsever görünümü içinde kişiyi etkilemeye çalışır. Ego bireysel benliğimiz (kişiliğimiz) üzerinde güç sahibidir, böylece seçim genelde ego itiminden yana olur. Ve kayıp, Yönetici Sistemlerce kazanca çevrilmek üzere zamana bırakılır, bambaşka bir yüzle ama esasında aşılması gereken noktanın değerlerini içererek. Gönül dediğimiz kalp gücü ki -fiziksel kalbimizle bir ilgisi yoktur, içinde insanın pek çok gelişmişlik halini barındırır; vicdan, sevgi, saygı, hizmet, koruma, paylaşma, öğrenme gibi yasaların hallerini de ki, bu üst şuurluluktur, eğer ego tuzağından insanı uzaklaştırabilirse sonuç bambaşka olur. Olması gereken olmuştur ve bir daha belki de aynı esasa dayanan seçimle karşılaşmayacaktır insan. Bu tamamen insanı kontrol eden yüksek planların takdirine bağlıdır.

İnsan fiziksel olarak ölmeden de bir yaşamında defalarca doğabilir. Bunun için Adam’ın yaşadıklarını aynen yaşaması gibi bir durum yoktur. Her birey ihtiyacı ve adımları yönünde konumlandırılır ve bu Yüksek “İlahi” mekanizmaların tüm oluşumu içine alan değişmez adaletidir. 

Adam o gün yorgundu, uzun çalışma saatleri çoğunlukla bıkkınlık yaratsa da yorulmazdı. Eve geldiğinde yemek bile yemeden sesiz bir köşede uzanmak, gözlerini kapatıp düşünmek isterdi. Öylede yaptı. . Uzandığı yerde bir zaman bedenini dinledi. Değişik bir duygu içindeydi, bedenini her akşam dinlerdi. Ağrıyan noktalarını ovar, gevşemeye çalışır, okudukça öğrendiği birtakım masajları kendi kendine uygular ve sonra uykuya geçerdi. Bunda başarılı da olurdu. Sabah her zamanki gibi dinç ve hevesle işine gider, gittikçe düşen performansının farkına bile varmazdı. Ama o gece,,

Gözlerini yumup bedenini düşünmeye başladığında tüm vücudunda hiç yaşamadığı bir gevşemeyi hissetmeye başladı. Kolları, bacakları bedeni, ona ait değildi. Bedensizdi. Sadece düşünebiliyordu ki bir zaman sonra düşüncesindeki ağırlığı farketti. Ağır çekim gibiydi hali.  An değer genişliyordu farkında olmasa da ve genişleyen değer, varlığında bir başka an’ın gerçekliğini yaratıyordu.  Adam az sonra  düşüncesinde de yok oldu..  Bir süre öylece kaldı. Yokluk varlığa armağandır. Yeni bir doğumun ilk adımıdır.

İnsan yaşamı boyunca -fizik varlık olarak değil- ince boyutlarda çok kere ölür ve yeniden doğar. Bu durağan şuurlar için geçerli olmasa da aktif bir şuur bunu yaşar. Sadece varlığında neyin ölüp yerini neyin aldığını bilmez. Bu onun hayrı içindir. İnsanların bildiği maddesel yok oluşa verilen ölüm adı fiziksel dağılımın ifadesidir. Gerçek yaratılış değerlerinde ölen yani kesin yok olan hiçbir şey yoktur, değişim vardır.  Bu nedenle de ölüm sadece fizik bedenin dağılımını kapsayan dünyasal bir tanımdır.

Şuur üst An’da yer bulduğunda adam kendini bambaşka renklerin hâkim olduğu bir ortamda buldu ama o anda varlığının farkında değildi. Oysaki ruh ve şuur misafir oldukları ortamın bütün güzelliğini yaşıyorlardı. Mutlak Ruh ve Mutlak Şuur madalyonun iki yüzü gibidir. Onları birbirinden ayıramazsınız. Tabii bu insan varlığı için de geçerli olandır.  Ve adam bir süre orada geçirdiği adaptasyon sürecinden sonra yeniden eski kimliğiyle doğdu. Zaman her boyutta farklı algılanır. Onu belirleyen şuur gücüdür. Süre bu nedenle belirsizdir ama dünya ölçeğinde tüm yaşananlar neredeyse bir saat içindedir.

Ve sınav ortamında son hazırlıklar yapılıyordu.

Sonra bir şeyler hissetmeye başladı. Hisler düşünceye dönüştü ve adam bedenini hatırladı birden. Ellerini oynatmak istedi yoktular, kolları, bacakları, gövdesi yoktu ama o vardı. Şaşkın değildi, kendini bir akışa bırakmış öylece içinde yüzüyordu sanki. Ölüm güzelmiş diye düşündüğü sırada ölmediğini fark etti, düşünüyordu, hissediyordu. Ölmemişti.  Telaşlandı. O vardı ama bedeni yoktu. Ne oluyordu!.. Sonra bir karanlığa daldı; sakin, huzurlu ve sevecen.

“Ben geldim” diyen o bildiği sessiz sesi duydu bir zaman sonra. Sevindi. Dostları bedeni zannettiği şeyin içindeydi sanki, öylesine yakın. Vardı, belki de olduğundan daha güçlü ama bildiği beden olarak değil. Bir an sadece düşünce olarak kalmıştı ve sonra beden olarak algıladığı bir enerji kütlesine dönüşmüştü.

“Şimdi” dedi sessiz ses “dünyasal ölümü yaşamadan öleceksin ve sonra yeniden o bildiğin hayata döneceksin, seçtiğin ne ise onu yaşamaya.”  

Rahattı, huzurluydu. Bedeni dostuydu sanki. “Dünyasal ölümü yaşamadan öleceksin” Ve,,,adam yeniden sisler içine girdi, yok oldu. Beden bu süre içinde hiç durmadan çalışan bir makineydi sanki. Çalışıyordu ama ürettiği bir şey yoktu. Tüm çalışma dışı program sökülüp alınmıştı sanki; Tıbbın tanımıyla beyin ölümü gibi, bir nevi koma hali. .  Elbette çıkacaktı bir zaman sonra o komadan, tüm varlıksal değerleri geri döndüğünde. Bu kesin bir ayrılış değildi ki.

Ruhsal zihnin, başlangıcını bedenle yaptığı boyut açılımlarında tecrübesizliğin de getirdiği bu dengesiz durumlar daima yaşanır. Zamanla öğrenir insan nasıl olması gerektiğini ve rahatlıkla bu yolculukta sadece şuur, zihin ve düşünce olmayı başarır. Bu büyük göz olabilmektir. Yüksek şuur bağlantılarıyla Mutlak Zihinden üst düşüncelere ulaşabilmek ve ona göre yeni yaratımlar yapabilmektir. Miraç böyle gerçekleşmiştir.  İnsana göre olağan dışı, evren yasalarına göre olağan bir olaydır. Yeter ki insan potansiyel ve yaşamsal değerleriyle o yolculuğu hak edebilsin. Yükseliş olayı yaratılışın her noktasında ve esasında olduğu gibi seviye seviyedir. Yaratılmış olan her varlık da bundan uzak değildir. Bulunduğu seviyeye göre sistemin esaslarından faydalanmaya açıktır. Tekâmül denen olgu onun daha üst seviyelerle iletişim içinde olmasının ifadesidir.  

Fiziksel bedeni bu yolculuğa katmak ayrı bir sistem işidir. Öğretilerde bahsedilen, bir orada bir burada görünebilme hali, sadece bir sistemin esaslarına uymakla her insan tarafından yaşanabilir. Önemli olan sistemin esaslarını anlamak ve onu kesintisiz uygulayıp bilinçli yüksek şuur düzeyinde yaşayıp, yaşamı ona göre değerlendirmektir. Bu doğal olarak kazanılanın açıklanışıdır. Bilim insanları ise bunu fizik yasaları kullanarak başarmaya çalışmaktadır. Adam bunun için hazır değildi. Kendi başına olayı yaratmak uzun çalışmalara ve sistemin geçit vermesine bağlıdır. O hazır değildi ama büyük sınav şimdi yaşadıklarını gerektiriyordu. Her insan böylesine ince deneyimlere, onu bir yerde hak ettiğinde girebilir. Önemli olan insani değerlerde bu seviyeye ulaşabilmektir. Yani titreşimini o halleri hak edecek seviyeye yükseltmiş olması gerekir.

Adam fiziksel beden olarak yoktu artık. Ne bir ismi, ne kişiliği, ne bedeni vardı. Sadece vardı.

“Ellerin, kolların, bacakların, bedenin olmadan Dünya da yaşayabilir misin” diye sakince sordu ses.

Adam bir an paniğe kapılır gibi oldu. Nasıl yaşayacaktı, organları olmadan nasıl var olabilirdi! Nasıl yürüyecek, nasıl tutunacaktı; Yürüyememek ve tutup tutunamamak, bir yerde öylece kalmak ne olduğunu anlayamadan. Nasıl var olabilirdi öyle!. Tüm varlığı bedeniydi. Nasıl yaşayabilirdi sürekli hareket eden bir Dünya da onsuz.  Derin bir acı yaşadı bir yerde fiziksel yapısının yokluğunu hissederek. Acıyı hissediyordu. Yoktu ama hissediyordu.  Dostlarının sesini duyamıyordu artık bedeni sandığı o bulutumsu şeyden. . O sırada sahip olduğu tek şey önünde açılan koca bir ekrandı. “Görüyorum” diye sevindi. Duyuyor, hissediyor ve görüyordu. O ölmüş müydü? Hayır. Sadece farklı bir boyutu deneyimliyordu varlığının farklı bir boyutundan ve sınavı başlıyordu.

Bulunduğu boyut öyle bir yerdi ki orada soru soran da, cevap veren de, hisseden de, gören de sadece kendisiydi. Boyutun özelliği benlikten yoksunluktu; Saf şuur hali. Ölmeden ölme safhasında insan egosuz bir hesaplaşma içinde kendini bulur. Bu çok az insanın dünyada yapabildiğidir. Onlara başlangıçta “Aziz ve Azize ” denir. Dünyada alınan ilk ve en büyük rütbe azizliktir. Sonra “insanüstü insan” gelir. Yeryüzünde aziz olarak betimlenen insanların hepsinin gerçek aziz olduğu şüphelidir. Özellikle İsa öğretisinin takipçilerinde azizlik rütbesi bol bol dağıtılmıştır. Gerçek azizler görünüşte sıradanlıkları yaşarlar, genelde de tanınmazlar. Aziz ilan edilen Papa bir aziz midir? Hayır. O lüksün, hâkimiyetin, gizli hesapların ve eylemlerin başında olan birinin Yaratıcı önünde aziz olması olanaksızdır. Ama ne yazık ki insanlar sürekli olarak bunu yaparlar. Güce taparlar. Çünkü köle olma güdüsü DNA’ları ikiye indirildiğinde genlerine yazılmıştır. Köleliği bir biçimde güce çevirenler onların hâkimidir.  En gelişmiş ülke insanları bile bundan uzak değildir. Şimdiyse kölelikten kurtuluşa giden yol önlerinde ışımaya başlamıştır. Elbette gören ve görmek isteyenler için. Kölelik insan geliştikçe yeni yüzler kazanır. Bu nedenle dünün köleliği ile bu günün köleliği asla karşılaştırılmamalıdır.

Egolu ve egosuz yaşam nasıl olurdu. Dinlerin haber verdiği “Hesap verme gününde” varlığın yanında dünyasal ihtiyacı olan ego da yer alır mıydı? Hesabı kim verecekti, insan adına ruh mu, bilinç mi, ego mu, bilgi mi, düşünce mi, hangisi?

Adam bu sınavı yaşayacaktı küçük çapta da olsa. Yaşamını çok yönlü görüp, seçimini yapacaktı.

Aysel ongun 20  Eylül 2014.

 Yorumlar


Henüz yorum yapılmamış


Yorum yap