İçimizdeki Sunak

 

-13-

İÇİMİZDEKİ SUNAK

Bu gün kurban bayramım benim, öfkemi içimdeki sunakta Tanrıya sunduğum için. Onun o yıllarca kullanılmamaktan yosun tutmuş taş kütlede yatışını ve sunağın gücüne teslim oluşunu izledim her bir hücremden akseden görüntüde; zihnimden, tüm bedenimden imbik imbik süzülen sevinç gözyaşlarıyla. Yaşadığım çok özel bir bayram, benim bayramım, Sunakta yatan benim bir parçam yıllarca sımsıkı tutunduğum, şimdi benim için can vermekte olan. Ve ben o can verdikçe güçlendiğimin, içimdeki sunağın ışıkla dolduğunu hissediyorum. Artık ihtiyacımın olmadığını düşündüğüm her şeyimi orada kurban edeceğim. Bunu kimse bilmeyecek. Bunun için neredeyse yasalaşmış bayramlara ihtiyacım yok. Her an, bana yarardan çok zarar veren geçmişimin tüm gereksizlerini orada kurban edebilirim artık. Sunak bana kapılarını açtı ve ilk kurban orada yatıyor; hayra hizmet ettiğinin bilinçli teslimiyeti içinde.

Kurban olayı insanlığın ilk çağlarından beri yapılagelen bir işlemdir. İnsanlar Tanrı olarak kabul ettikleri doğa güçlerinin tezahürlerinden kendilerini korumak için, o zamanki bilinç seviyeleriyle onlara en çok sevdikleri şeyi sunmak istemişlerdir; çeşitli yiyecekleri, hayvanları ve insanları. Sunağa insan sunumu insanın insana yaptığı en acımasız sunumdur. Kendi korunması için bir başka insanı hem de allayıp pullayarak şenliklerle kurban etmesi. İlkel bir egodur bu, gelişmekte olan insanın duygusal ve şuursal anlayışında. “Benim yerime sen öl, Tanrıların öfkesini dindir ki, ben kurtulayım.”dır. Ya da daha iyimser olarak Tanrı’ya şükran bildiriminde yine “ben canımı korurken sen canını ver”in ifadesidir. Kimbilir kaç bin yıl sürdü bu anlayış ve görsel şölen. Havva ve Adem’in sembol olduğu bu dönem insanlık geçmişinin ilk adımlarında, kurban olayı var mıydı yoksa, “benlik”, ego mekanizmasının gittikçe güçlenmesiyle mi açığa çıktı bilinmez. Ama bilinen en acımasız kurban olayı kanıtlarını Maya’lardan günümüze kadar gelen işaretlerde bulabiliriz. Ve dinsel öykülerdeki Hz. İbrahim’in oğlunu kurban edeceği sırada gökten gelen koçta da ayrı bir öykü yatmadadır. Bunun sembolik bir anlatım olduğunu düşünüyorum, şuursal olarak yeni bir aşamaya geçmesi beklenen insan için. Ama ne ilginçtir ki insan gittikçe büyüyen egosu içinde kendini kurtarmak için hayvanı boğazlamaktan çekinmeyecek şuur darlığında istekle kalmaya devam etmiş, kendini bu yolla garantiye almaya çalışmıştır. Hangi Tanrıya hangi sunakta feda etmiştir hayvanı ve bu gün olması gereken idrak seviyesinde bunun bir yeri var mıdır düşünmek gerek.

Günümüz insanı dünya üzerindeki tüm akışlarda, belli seviyelerde farklı anlatımlarla, yeni bir şuur safhasına çekilmeye çalışılmaktadır. İnsan gelişmelidir gün be gün. Doğruyu ve eğriyi kendine dayatılanda değil, özgün düşüncesinde gelişen gerçek insanlık vasıflarında bulabilmelidir. Bu bir cenktir insanın kendi kendiyle karşılaşmasında. Ve tabii bu cenge giren insan için karşı mekanizmalarda ellerindeki bütün güçleri kullanarak etkilerini genişletme çabası içindedirler. Giyindikleri ilk süslü giysi “insana hizmet” giysisi olsa da onun içinde mevzilenmiş olan karanlıktır. Zamanımızda ortada kitleleri etkilemeye çalışan bazı bilgiler bu giysi içindedirler acımasızca işlerini gözalıcı görüntülerinin ardından gizlice yapabilmek için. İnsan bunun için şuurlanmalı, bunun için bilgilenmeli, bilgiyi kendi özgür mantığından geçirerek değişimi, bilinçli kurbanlarıyla kendi sunağında gerçekleştirmeli.

Bilgi gönle indirildiğinde kalp yanılmaz. İnsanın hissedeceği yapması gereken doğrudur o zaman. Bir düşünün kişiliğimizde kurban edeceğimiz o kadar çok şey var ki, onlardan bir tanesi yerine binlerce hayvan kurban etseniz hiçbir değişim elde edemezsiniz. Sunağınız boş kalır yosun tutmuş bağrınızda.

Her gün yeni bir kurban bayramı olabilir hayatımızda. Neleri mi kurban edebiliriz, şuursal ve duygusal olarak ihtiyacımızın kalmadığını düşündüğümüz her şeyimizi. Alışkanlıklarımızı, huylarımızı, kıymetli sandığımız gerçekte hiçbir değeri olmayan kıymetsiz değerlerimizi, bize zorla giydirilmek istenenleri, sevgisizliğimizi, tembelliğimizi, kıskançlığımızı, hırsımızı, servet aşkımızı, hükümlerimizi, tahakküm isteğimizi, gereksiz bilgilerimizi ve daha pek çok şeyimizi.

Öfke pek çok duygunun ve düşüncenin dışa vurum ya da içsel tahribat tezahürüdür. Bu iki tezahüründe de yıkıcıdır. Kişi kendini bir an için rahatlamış ya da tatmin etmiş hissetse de, sonuç olumsuzdur. Çünkü çözüme ulaştırılamamış öfke odakları her an yeniden su yüzüne çıkmaya ve kendini yeni bir tezahürle ortaya çıkarmaya namzettir. Bu hayatı zorlaştıran, kişiyi güçsüz kılan, bazı yerde umutsuz ve saldırgan, bazı yerde kinlenmeye ve olumsuzluğun derin karanlığında yok olmaya götüren güçlü bir ruhsal çöküştür. Unutmayan, affedemeyen, fırsat buldukça ortaya dökülen bu gereksiz duygular, kişi fark etmese de içlerinde öfkeye dönüşen tanımlayamadığı sinsi bir odak yaratır ve kişi bu odağın çekiminde dünyaya, yaşama bakar. Öfke her zaman ilk başlangıç noktasından tezahür etmez. Zaman içinde giysi değiştirebilir konudan konuya geçerek. Ve bir bakarsınız ki hiç beklemediğiniz bir yerde, beklemediğiniz bir konuda onun kurbanı olmuşsunuz. Siz öfkenizi kurban edeceğiniz yerde o sizi kurban etmiş. İntiharlar çoğunlukla içte büyüyüp dışa vurum yapamayan ya da çözümlenip yok edilemeyen güçlü ruhsal çöküşlerin eseridir. Onu küçümsemeyelim çünkü arkasındaki gerçek yoğun bir karanlıktır.

Böyle bir acı durumu yaşamadan kişi kendinde öfkesini kurban edecek şuursal ve duygusal gelişimi, yani değişimi gerçekleştirebilmeli.

Ben bu gün beni üst düşüncelerden uzak kılan, O’nunla aramda kalın bir perde oluşturan sessiz öfkemi kurban ettim, ona destek olan pek çok küçük kurbanla birlikte. Ve gördüm ki gönlümde kapılarını açmış kurbanımı sevinçle bekleyen sunağım o yosun tutmuş taş değil, bu güne kadar görmediğim renklerle ışıldayan bir kristal sunak. Her kurban sunağımı biraz daha aydınlatacak ve içimdeki güneş gün gelip oradan yansıyacak. Sunağımız bizi BİZ yapan yerdir çünkü…

Aysel Ongun 15 ocak 2010

 

 Yorumlar


Henüz yorum yapılmamış


Yorum yap